Bilim insanları ve arı yetiştiricileri daha güçlü bir arı yaratma çabasında…  🐝

Peki ama dünyanın en önemli polen taşıyıcısı kurtarılabilecek mi?

Adam Birader şanssız bir zamanda arıcılık yapmaya başlamıştı. 1915 yılıydı. O tarihte, Güneybatı İngiltere’de, Buckfast Manastırı’nda 16 yaşında bir keşiş adayıydı Adam Birader.

Ani arı ölümleri yüzyıllardan beridir zaten kayıtlara geçiyordu ama genç keşişin karşı karşıya kaldığı facia, daha önce benzeri görülmemiş boyutlardaydı. Gizemli bir hastalık Wight Adası’ndaki neredeyse tüm kovanları yok etmişti ve artık İngiltere’nin diğer bölgelerini de etkiliyordu. Adam Birader’in kovanları inanılmaz bir hızla boşalmıştı, uçamaz haldeki arılar kovanların dibinde kıvranıyordu. O yıl manastırın 45 kovanından 29’u kaybedildi…

Bilim insanları en sonunda hastalığı daha önce bilinmeyen bir virüse bağladı. Ancak, o aşamada, İngiltere’nin koyu kahverengi yerli balarılarının kurtarılması için artık çok geç kalınmıştı. Salgından sağlam çıkan kovanların hemen hepsi, yabancı kökenli kraliçe arılarla çiftleşen –yöreye özgü– erkeklerin soyundan gelen hibrit arılardan oluşuyordu. Adam Birader’in aklına hastalıklara dayanıklı arı üretme fikrini getiren şey de işte bu bileşimin onlara sağladığı güçtü.

Uzun yıllara yayılan hazırlıkların ardından, en sonunda, 1950’de eline bir şans geçirdi. Manastıra ait eski bir arabaya el koydu ve tam 37 yıl boyunca Avrupa, Ortadoğu ve Afrika’da dolaşıp 1500’den fazla kraliçe arı topladı: Türkiye’nin kuzey kesimlerinin çalışkan arıları. Girit’in çeşit çeşit arıları. Sahra vahalarının izole arıları. Fas’ın simsiyah arıları. Nil’in minik turuncu arıları. Kilimanjaro Dağı’nın uysallıklarıyla bilinen arıları…

Bu egzotik topluluğu, istenmeyen genlere sahip diğer arılardan kilometrelerce uzağa, çayırlık bir alana taşıdı. El değmemiş ıssız alanda sayısız ıslah çalışması yaptı ve Buckfast arısını yarattı –ki bu arı kısa süre içinde süper arı adıyla anılmaya başlanacaktı. Sarımsı kahverengi bu dirençli arı, insanları sokma heveslisi değildi. Üstelik son derece üretkendi. Ve artık Wight Adası adıyla anılmaya başlanan hastalığa karşı da dayanıklıydı.

1980’lere gelindiğinde Buckfast arıları dünyanın dörtbir yanına satılır hale gelmiş, bu arada Adam Birader’e de nadir rastlanan bir özellik kazandırmıştı. O, arıcılık alanında şöhret sahibi bir isimdi.

Ancak balarıları bir başka saldırıyla daha karşı karşıya kaldı. Bu kez, Varroa destructor (Yok edici Varroa) gibi kendine uygun bir isimle anılan bir Asya akarı, Avrupa ve Amerika’yı istila etmişti. Ve Adam Birader, 1991 yılında, “Ancak tam dirençli, genetik olarak güçlendirilmiş bir ırk ya da nesil bu tehdide karşı kesin çare olur,” diye belirtmişti. Ama çalışmalarına başlamaya fırsat bulamadan, Adam Birader’in büyüyen ününün ilahi göreviyle çatıştığına inanan Buckfast başkeşişi tarafından arıcılık görevinden alındı. 1996 yılında kalbi kırık bir şekilde öldü Adam Birader. İki yıl önce Buckfast’ın ünlü arıcılık faaliyetini yeniden başlatan Clare Densley’nin de altını çizdiği gibi, “Manastırda onun yerini tam anlamıyla dolduran olmadı.”

Bu arada arıcılık dünyasında durum kötüleşti. 2007’de “koloni çöküş sendromu” (tüm bir koloninin korkunç hızda ölümü) Avrupa ve Amerika’nın her yanını sardı.

Haber bültenlerinde bu sendromdan, “küresel tarıma büyük tehdit” ve “dünyanın daha önce görmediği büyüklükte bir felaket” diye söz ediliyordu. Ve bu başlıkların haklı bir gerekçesi vardı. Büyük oranda arılar tarafından gerçekleştirilen böcek yoluyla tozlaşma, dünyanın gıda arzının üçte biri için kritik önem taşıyor.

Adam Birader’den esinlenen arı araştırmacıları koloni çöküşünün nedenini anlamak için hemen harekete geçti. Ve sorunun başlangıçta düşünüldüğü gibi tek kaynaklı olmadığı; asalaklar, patojenler, doğal ortam kaybı ve zehirli kimyasallardan oluşan ölümcül bir bileşimin çöküşe yol açtığı sonucuna varıldı. Varroa akarı önemli bir etkendi. Büyük ölçekli üretim yapan arıcıların çoğu artık akarları öldürmek için böcek ilacı kullanıyor. Ki bunun da –en iyi olasılıkla– ancak geçici bir önlem olduğu söylenebilir. Kimyasal kullanmak istemeyen bazı arı araştırmacılarıysa Adam Birader’in yaklaşımına geri dönüyor: Süper Arı Sürüm 2. Ancak bu kez genetik değişiklik yapma seçeneği de dahil olmak üzere, kapsamlı bilimsel yöntemler kullanıyorlar. Bazı insanlar ise bunun tam zıttı, hatta Adam Birader’inkinden dahi daha doğal bir yaklaşımı savunuyor: Kimyasala ve müdahaleye hayır. Bırakın, arılar kendi başlarına evrim geçirsinler.

Akara dayanıklı deneysel kolonide, çevresi hemşire arılarla sarılı kraliçe arı beslenmek için dilini dışarı uzatmış. ABD Tarım Bakanlığı araştırmacıları tarafından üretilen kraliçe arı “hijyenik”, yani akarla bezeli pupaları içgüdüsel olarak saptayıp öldüren işçi arılar doğuruyor.

Balarıları süper organizmalar. Balarılarında topluluk psikolojisi var. Balarıları dilsel ağ kullanıyorlar. İnsan dışında sembolik iletişim kuran birkaç hayvandan biri olarak, hemcinslerine yiyeceklerin yerini göstermek için dans ediyorlar. Arılarla uğraşanlar bu tür mecazlar kullanıyor ama bir yandan da bu karmaşık ve ilginç yaratıkları, onların son derece organize topluluklarını tam olarak anlamadıklarını da kabul ediyorlar. Tek bir arı kovanı, 80 bine varan nüfusuyla küçük bir şehir kalabalıklığında.

Bu çalışkan hayvanlar –bilim insanlarının verdiği adla Apis mellifera– nektar olarak anılan şekerli salgıdan bir damla bulabilmek için vızıldayıp uğuldayarak çiçekleri dolaşıyor. Topladıkları nektarı “bal midelerine” gönderiyorlar ve şeker burada parçalanıyor. Kovana dönünce yapışkan maddeyi geri çıkarıp suyunu buharlaştırmak için kanatlarıyla yelpazeliyorlar. Ortaya çıkan tatlı ve yapışkan ürün –bal– kışın yemek için saklanıyor –ya da insanlar tarafından çalınıyor. Ekolog Bernd Heinrich yarım kilo yonca balının tahminen 8,7 milyon kadar çiçekten toplanan ödülü yansıttığını söylüyor.

Bal yapmak için azimle çalışan arıları izleyince, doğadaki en büyük görevlerinin farkında olmadıklarına inanmak oldukça zor. Bu görev mi? Polen dağıtmak. Polen aslında bir bitkinin erkek tohum hücreleri; üremenin temel adımlarından biri olarak DNA’yı çiçeğin dişi bölümüne aktarıyor. Bitkiler polenlerini rüzgâr veya hayvanlar, genelde böcekler yoluyla dağıtıyor. Çiçeklerde nektar avına çıkan Apis mellifera’nın tüylü bedenine polen parçacıkları yapışıyor. Değişik çiçeklere kondukça polenlerden bazıları düşerek bitkiyi döllüyor. Rüzgâra bel bağlayan bitkilerse büyük polen bulutları oluşturarak, birkaç parçacığın başka çiçeklere ulaşmasını ümit ediyor.


 

Evrim açısından bakıldığında böceklerden yararlanmak öylesine verimli bir işlem ki, böcekler sayesinde tozlanan bitkiler rüzgâra bağımlı akrabalarının ancak binde biri kadar polen üretiyor.

Tüm bunların nasıl işlediğini ancak Adam Novitt’e yaptığım ziyaret sırasında anlıyorum. Massachusetts, Northampton’da yaşayan Novitt, kentteki evinin küçük arka bahçesinde arıcılık yapıyor. Onunki butik üretim, yerel piyasaya yönelik bir faaliyet. Northampton Honey markasını taşıyan balının her bir kavanozu arıların bal topladığı yerin posta koduyla etiketli. Çok rağbet gören Buckfast kraliçe arısından almak için Novitt’in iki yıl beklemesi gerekmiş. Ne kadar sakin olduklarını göstermek amacıyla kovan kapaklarını eldiven giymeden ve yüzünde koruyucu tül olmadan açıyor. Havaya balmumu, bal ve ahşap karışımından oluşan bir koku yayılıyor. Peteklerdeki arılar, kreşteki çocuklar gibi birbirinin üzerinde yuvarlanıyor.

[divider]

Twitter | Facebook | Pinterest | Akademi Portal Arşiv

Facebook Hesabınız Üzerinden Yorum Yapın