HABER ARŞİVİ- BÜLENT ARINÇ
TÜSİAD’dan Arınç’a ‘çete’ cevabı!
6 Eylül 2012
Bülent Arınç’ın ‘TÜSİAD 28 Şubat ‘taki kötü rolünün hesabını herkes gibi vermeli’ açıklamasına TÜSİAD’dan yabıt geldi.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç ’ın AKP Osmangazi İlçe Danışma Meclisi Toplantısı’nda yaptığı konuşmada söylediği “ TÜSİAD gerçekten bir halkın temsilcisi olduğunu ifade ediyorsa 28 Şubat ‘taki kötü rolünün hesabını herkesin verdiği gibi vermeli. Meşru hükümetleri devirebilmek için 5’li çetenin içerisinde yer alanlar bugün halk adına konuşmaya nasıl cüret edebiliyorlar doğrusu bu çok önemli bir gelişme” sözlerine TÜSİAD yanıt verdi.
TÜSİAD ’dan yapılan yazılı açıklamada ” TÜSİAD , Türkiye ’nin iktisadi ve sosyal yaşamının geliştirilmesi ve demokratik standartların yükseltilebilmesi yönünde, öncü bir girişimci temsil kurumu olarak çalışmalarına 41 yıldır devam etmektedir ve Sayın ARINÇ’ın “ 28 Şubat süreci” ile ilişkilendirerek “beş’li çete” olarak tanımladığı girişim içinde yer almamıştır.” denildi.
12 Ağustos 2012: Mümtazer’in “Nizam-ı Cedit” hayali gerçek oluyor!
Malum; YAŞ kararları sonuçlandı ve YAŞ kararına göre çeşitli davalardan tutuklu bulunan 40 üst düzey rütbeli asker emekli edildi. Eğer tutuklu olmasalardı, eminim ki içlerinde bir üst rütbeye yükselecekler ve hayalini kurdukları görevlere gelebilecekler olacaktı. Dolayısıyla bunların önü kesilmiş oldu. Bir anlamda bu askerler toptan tasfiye edilmiş oldular.
Doğrusu ya; bu askerlerin tutuklanmaları da, topluca emekli edilmeleri de Türk kamuoyunun kahir ekseriyeti tarafından tasvip edilmemiştir. Esasen bu insanların, varlığı ve yokluğu bile hâlâ tartışmalı olan darbe planlarına bir şekilde karıştıkları iddia edilerek önce tutuklanmaları, sonra da toptan emekli edilmeleri bazı çevrelerde Cumhuriyetle, Atatürkçülükle, Milliyetçilik ve Ulusalcılıkla hesaplaşma şeklinde yorumlanmaktadır. Ayrıca bunun bir Amerikan planı olduğunu ve plan dahilinde TSK içindeki Amerikan karşıtı subayların ayıklandığını söyleyenler de yok değildir.
Bunlara ilave olarak, emekli edilen tutuklu subayların umumiyetle terörle mücadelede görev yapmış insanlar olduğunu ve bu insanların emekli edilmekle Demokratik Açılım’ın hedef kitlesine mesaj verilmeye çalışıldığını söyleyenler de vardır. Ayrıca bu kararla, TSK’nin zaafa uğratıldığını ve terörle mücadelenin bundan olumsuz yönde etkilendiğini söyleyenler de az değildir bu ülkede. Yani bu subayların başına gelenleri gören ve halen bölgede görev yapmakta olan subayların, terörle mücadele ederken kararsızlık göstereceklerini ve mütereddit davranacaklarını söyleyenler vardır ki; biz de aynı şekilde düşünüyoruz. Bunun en canlı örneği ise Diyarbakır’da konuşlu hava gücünün komutanı Korg. Veysi Ağar’ın, Uludere olayı ile irtibatlı olarak emekli edildiği iddiasıdır. Dolayısıyla; bu askerlerin önce tutuklanıp, arkasından da topluca emekli edilmeleri, bu milletin genelinin içine sinmemiştir.
Gelin görün ki; bu tasfiyeyi hayra alamet görenler de vardır Türkiye’de. Onlardan birisi de AKP Kütahya Milletvekili ve Polis Akademisi Eski Öğretim Üyesi olan Prof. Dr. İdris Bal’dır. YAŞ kararlarını değerlendiren hazret demiş ki; “Orduda, poliste, istihbaratta çürük yumurtaları ayıklama başlamış durumda. Kafamız net olursa 1-2 seneye kadar terör biter”(1). Anlaşılan; aynı zamanda terör uzmanı olduğu ve bu sıfatla Başbakan’a konuya ilişkin rapor sunduğu belirtilen(2) İdris Bal’a göre terörün bir türlü bitirilememesinin önündeki engel, önce tutuklanan, arkasından da toptan emekli edilerek ordudan tasfiye edilen askerlermiş! Bu itibarla, terörün bitmesi artık an meselesiymiş!
Aslına bakarsanız ve elbette bize göre; 40 üst düzey general ve amiralin önce muhtelif iddialarla tutuklanmaları, arkasından da topluca emekli edilerek bir anlamda tasfiye edilmeleri, planlı bir hareketin ve TSK’ye yeni bir şekil verme çabalarının sonucu gibi gözükmektedir. İşte bu noktada hükümetin akıl hocalarından Mümtaz’er Türköne’nin bundan üç yıl önce, 2009 yılında yazmış olduğu yazılar aklımıza gelmektedir. Bir zamanların hızlı ülkücüsü, şimdilerin cemaat kalemşoru olan Prof. Türköne, 2009 yılında cemaatin yayın organı Zaman’da yazmış olduğu yazılarda TSK’nin toptan lağvedilmesini ve yeni bir ordu kurulmasını tavsiye edecek kadar ileri gidiyor ve “Bizim bir Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız var” diyordu. Mümtaz’er’in söz konusu yazıları üzerine yine bundan yaklaşık üç yıl önce (11 Ocak 2010 tarihinde) kaleme almış olduğumuz “Nizamı Cedit Ordusu Kuruluyor mu Yoksa?”(3) başlıklı yazımızı gündeme uygunluğu sebebiyle bir kez daha bilgilerinize sunuyoruz. Buyurun okuyun:
Çalıytayların gediklisi ve açılımların müdavimi olmakla AKP hükümetinin akıl hocalarından birisi olduğu anlaşılan Zaman Gazetesi Yazarı Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne “Bize Nizamı Cedit Ordusu Lâzım” başlıklı yazısında Padişah III. Selim tarafından kurulan Nizamı Cedit Ordusu’nun başarılarını öve öve bitiremiyordu. Türköne’ye göre Akka Kalesi önlerinde Napolyon Bonapart’ı hezimete uğratan da Nizamı Cedit Ordusu’ydu. Ona göre; Nizamı Cedit Ordusu’nun bu başarıları, Yeniçerilerin gadrine uğradı ve Kabakçı Mustafa nam bir başı bozuk ve düzenbazın başını çektiği bir ayaklanma ile dağıtıldı. M.Türköne bahse konu yazısını şöyle bağlıyordu:
“Türk askerinin şerefini, ülkemizin güvenliğini, Türkiye’nin birliğini, halkın hukukunu, devletin bekasını koruyabilmek için bu ‘kurumsal yapı’ya son vermemiz ve yeni bir ordu kurmamız lâzım. Bizim bir Nizam-ı Cedit ordusuna ihtiyacımız var.”(1)
Prof. Türköne aynı konuyu, “Yeni bir ordu kurmak” başlıklı yazısında da işliyor ve şöyle diyordu: “Yeni bir ordu kurmak, çağın ihtiyaçlarına ve ülkenin çıkarlarına uygun köklü bir dış güvenlik reformuna girişmek demek. Komutanların siyaset hırsına bu ülkenin birliğini, dirliğini ve refahını neden feda edelim? Evet neden? Mevcut komuta kademesini tasfiye edince, yeni orduyu kiminle kuracağız? diye soranlara cevabı yine tarihten verelim. Ankara’da yeni orduyu kuran komutanların -Atatürk dahil- rütbesi neydi?” (2)
Anlaşılacağı üzere; Mümtaz’er Türköne “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” çerçevesinde yazmış olduğu bu yazılarda siyasete müdahale etmeyi gelenek haline getirmiş TSK’nin toptan lağvedilmesini, yaşlı generallerin ordudan temizlenmesini ve genç subaylarla yeni bir ordu teşkilini savunuyordu. Daha önce de yazmış olduğumuz gibi; M.Türköne’nin unuttuğu bir şey vardı: Enver Paşa da tıpkı Mümtaz’er Türköne gibi düşünerek “yaşlı” ve “siyasete karıştıkları” gerekçesiyle tecrübeli generalleri bir bir emekliye sevk ederek yerlerine genç subayları atamış, ancak bu genç subayların yönetimindeki Osmanlı Ordusu hemen her cephede yenilmiştir.
Sarıkamış yenilgisinin sebebi nedir biliyor musunuz? Harekâta karşı çıkan yaşlı ve tecrübeli Hasan İzzet Paşa’nın 3. Ordu kumandanlığından alınarak yerine yarbaylıktan albaylığa terfi ettirilen genç ve tecrübesiz Hafız Hakkı Paşa’nın atanmış olmasıdır. Görünürde 3. Ordu kumandanlığına Enver Paşa’nin vekalet etmesine karşılık, harekât, büyük oranda genç ve tecrübesiz Hafız Hakkı Paşa’nın yanlış planları üzerine kurgulanmış, sonunda da yenilgi kaçınılmaz olmuştur.
Akka Kalesi önlerinde Napolyon’un ordularını yenilgiye uğratan ise III. Selim’in Nizam-ı Cedit Ordusu’nun mahareti değil, büyük oranda, yaşı yetmişleri çoktan geçmiş durumdaki Alaylı Osmanlı Paşası Cezzar Ahmet Paşa’nın üstün dirayeti, askeri sevk ve idaredeki üstün kabiliyeti ile Osmanlı Donanması’nın denizden yapmış olduğu kuşatmadır Dolayısıyla M.Türköne’nin vermiş olduğu örnekler yanlıştır ve birer saptırmadan ibarettir. Mümtaz’er Türköne gibi sözde bir bilim adamının bu yanlış örneklerden hareketle haddinden büyük tekliflerde bulunması ve bu tekliflerin ne yazık ki hükümet kanadında kabul görmesi ise ülkemiz adına büyük talihsizliktir. Öte yandan M.Türköne’yi, TSK’nin toptan lağvedecek düşüncelere iten “İrtica İle Mücadele Eylem Planı” , “Kafes Eylem Planı” ve “Bülent Arınç’a yönelik suikast planı” gibi sözde plan ve eylemlerin de en azından şimdilik birer komplo teorisinden ibaret olduğu da ortadadır. Çünkü sözde “İrtica ile mücadele eylem planı” nı hazırladığı ileri sürülen Dnz. Kur. Albay Dursun Çiçek halen muvazzaf subay olarak görevinin başındadır. Adı geçen, önceki günkü TV. haberlerinde hakkındaki söylenenlerin tamamının, “Yalan ve palavra” olduğunu söylemiştir.
Öte yandan, “Bülent Arınç’a yönelik suikast planı” nı ihbar eden telefonun da yurtdışında ve okyanus ötesinde bulunduğuna ilişkin haberler var medyada. Emniyetin ele geçirdiği krokinin ise bozulan bir bilgisayarı tamir ettirmek için bir astsubay tarafından bilgisayar tamircisini tarif etmek için gelişigüzel çizilerek görevli askere verildiğine ilişkin bilgiler var gazetelerde. Bütün bunlar, TSK’nin planlı olarak yıpratıldığına, milletin de boş yere oyalandığına ilişkin ciddi ip uçları vermektedir aslında.
Öte yandan her nedense darbe ve suikast planları çerçevesinde tutuklanan ya da sorgulanan askerler genelde genç subaylardan oluşmaktadır. Söz konusu planların içinde hiçbir generalin adı geçmemektedir. Oysa bugüne kadar Türkiye’de genç subaylarca planlanıp gerçekleştirilmiş hiçbir darbe yoktur. Buna belki de bütün Türk Tarihi boyunca cüret eden tek kişi 1962 ve 1963 yıllarında üst üste iki kez ayaklanan Albay Talat Aydemir olmuştur. O da başarılı olamayıp 1964 yılında yağlı ilmekte canını vermek durumunda kalmıştır. Ergenekon kapsamında sorgulanan ve yargılanan generallerin ise tamamı emekli subaylardan oluşmaktadır. Türk tarihinde emekli olduktan sonra darbe yapmış bir generale de rastlanmaz. Çünkü hem darbe ciddi bir iştir, hem de Türkiye başçavuşların bile darbe yapabildiği bir Afrika ülkesi değil, köklü bir devlettir.
Öte yandan artık TSK’da en azından silaha başvurarak darbe yapma dönemi 12 Eylül 1980 darbesiyle, yazılı muhtıra verme dönemi 12 Mart 1971 muhtırasıyla çoktan kapanmış bulunmaktadır. 28 Şubat 1997 günü yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Sayın Necmettin Erbakan, eğer Sayın Erdoğan’ın 27 Nisan 2007 E-Muhtırası karşısında göstermiş olduğu dirayeti gösterebilmiş olsaydı inanıyorum ki 28 Şubat Post Modern Darbesi diye bir darbe de yaşanmazdı bu ülkede. Böylece General Çevik Bir’ler ve General Erol Özkasnak’lar “Post Modern darbe yapmakla” ve “Demokrasiye balans ayarı yapmakla” övünemezler, böylece General İlker Başbuğ’un tabiriyle bugün TSK’ne karşı yöneltilen asimetrik savaş da bazı kesimlerce “28 Şubat’ın intikamı alınmak isteniyor” şeklinde yorumlanma durumunda kalmazdı.
Kamuoyuna yansıyan ve medyada yerini bulan haberlere göre; hükümet Emniyet ve Mit’e de ağır silah ithal izni vermek için kanuni düzenleme yapmak üzeredir. Ayrıca ülke sınırlarının, AB uyum yasaları çerçevesinde çıkarılacak bir kanunla yeni oluşturulacak ve İç İşleri Bakanlığı’na bağlı olacak 50.000 kişilik sivil bir güçle korunacağı belirtilmektedir. Yine İç İşleri Bakanlığı’na bağlı olarak Kamu Güvenliği Müsteşarlığı adı altında yeni bir güvenlik biriminin oluşturulacağı söylenmektedir. Bütün bunların üzerine bir de Sivil Hakim tarafından TSK’nin en gizli birimi olan Kozmik Odalarda yapılan aramaları ekleyince, insanın aklına Prof. Dr. Mümtaz’er Türköne’nin yapmış olduğu önerilerin hükümet çevrelerinde kabul görmekte olduğu gibi bir izlenim doğmaktadır. Yani hükümet galiba şu Nizamı Cedit Ordusu’nu ciddi ciddi düşünüyor gibi.
Polis ve jandarma marifetiyle iç güvenlik zaten kendi yetkisinde olan İç İşleri Bakanlığı, sınır güvenliğini sağlayacak 50.000 kişilik sivil güç ve kamu Güvenliği Müsteşarlığı da kendisine bağlanınca TSK’den çok daha güçlü hale gelecektir. Üstelik İç İşleri Bakanlığı’na ağır silah ithal etme yetkisi de verilecektir. Hakkari’de sokak göstericilerine teslim olarak, Diyarbakır’da göstericiler tarafından linç edilmekten yine göstericiler tarafından kurtarılarak yüreklerimizi dağlayan polis, ithal edilecek bu ağır silahları sokak göstericilerine karşı kullanamayacağına göre acaba kime karşı kullanacaktır?
Hükümet “komşularla sıfır sorun” anlayışıyla hareket ettiğine ve yakın gelecekte ufukta Türkiye’nin girmek zorunda kalacağı geniş çaplı bir savaş da görünmediğine göre, bu durumda hükümet iç ve dış güvenlik (sınır güvenliği) hizmetlerinden yalıtılmış TSK’ni acaba hangi hizmette değerlendirecektir? Bu şartlarda bizim aklımıza TSK’nin yetki ve görev alanına giren iki alan geliyor: Birisi Afganistan, diğeri de Kuzey Irak! Hadi bilemediniz bir üçüncüsü de Lübnan ve Filistin olsun. Peki, sizce bundan sonra TSK hangi görev ve hizmetleri yerine getirecektir? Türk Milleti’nin bağrından çıkmış ve onun çelikleşmiş iradesi olan TSK’ni sıradan bir lejyoner ordusu durumuna getirmeye kimin ne hakkı vardır? (11 Ocak 2010)
19 Nisan 2012: Müslüm Gündüz Çevik Bir lehine müdahil mi oluyor?
“Diş kirası” deyiminin ne demek olduğunu bilmeyen sanırım yoktur. Kısaca “sarayda ve zengin konaklarında iftardan sonra konuklara verilen armağan veya para” şeklinde tarif edebiliriz bu kavramı. Yani bu, bir anlamda konukların ziyafeti şenlendirmelerinden ve şereflendirmelerinden duyulan sevincin maddeye bürünmüş bir hali veya konukların ziyafet mahalline gelip giderken yaptıkları ulaşım masraflarının kendilerine iadesi anlamına gelen bir incelik, bir nezaket ve zarafet gösterisidir. Gerçekten de çok güzel bir gelenektir “Diş kirası” geleneği
28 Şubat Süreci’nin aktörlerinden birisi olan Müslüm Gündüz’ün, birkaç gün önce 28 Şubat Davası’na müdahil olmak için cemaatiyle birlikte (cümbür cemaat) Ankara’ya geldiğini görünce ne yalan söyleyeyim, “Müslüm Gündüz, galiba devletten diş kirası istemeye geldi…” diye düşündüm! Malum; Müslüm Gündüz, 28 Şubat Süreci’nde anlı şanlı bir hemşerisinin evinde pilav üstü (F.Ş. Marka) piliç ziyafetinde yakayı ele vermişti. Onun ıslak uzun saçları, uzun sakalı ve belinden üstü çıplak vaziyete “Ne oluyorsunuz yahu?” diyerek polis kamerasına vermiş olduğu poz, hâlâ gözümün önünden gitmez. Kaderin cilvesine bakın ki; o gün evinde Müslüm Gündüz’e piliç ziyafeti çeken hemşerisi de, daha sonraki yıllarda kümesteki (B.Ç.marka) bir civcivi yemeye heves ettiği gerekçesiyle tutuklanıp hüküm giymiştir! Neyse biz yine dönelim Müslüm Gündüz ve Aczimendiler olayına
Müslüm Gündüz bence saygıyı hak ediyor!
Müslüm Gündüz liderliğindeki Azcimendilerin, 28 Şubat Davası’na müdahil olma taleplerinin söz konusu davanın savcısı tarafından geri çevrilmesi(1) üzerine, CNN Türk TV’de Cüneyt Özdemir’e konuk olan Müslüm Gündüz, gerçekten de ilginç şeyler söyledi. Söyledikleri ise tam da 28 Şubat Post Modern Darbesi’ni yapanların işine yarayacak, karşıtlarını ise hüsrana uğratacak cinsten şeylerdi. Bu sözlerinden sonra bir kere daha kabul ettim ki; her şeye rağmen şu Müslüm Gündüz, Türkiye’de “benim” diyen anlı şanlı pek çok adamdan çok daha namuslu ve çok daha dürüst ve çok daha saygı değer bir adamdır.
Bu konuda tıpkı Merhum Mehmet Akif Ersoy gibi düşünüyorum ben de. Merhum bir ara “Bu devirde ikiyüzlü insanlara saygım vardır” diye bir laf etmiş. Kendisine “Hayırdır üstat, neden böyle konuşuyorsunuz?” diye sorduklarında şu cevabı vermiştir; “Çünkü bu zamanda yirmi yüzlü insanlar türedi. Onları gördükçe ikiyüzlülere saygı duyuyorum!”
Müslüm Gündüz’ün 16 Nisan akşamı CNN Türk TV’de Cüneyt Özdemir’in sormuş olduğu sorulara vermiş olduğu cevaplar, gerçekten de kendisini “Din adamı değildir. Ssıradan emekli bir işçi, bir şarlatandır” diye hakir gören pek çok adamın suratında bir şamar gibi patlayacak sözlerdir. 28 Şubat Davası için yapmış oldukları müdahillik başvurusunun kabul edilmemesini “Biz 28 Şubatçıları kullandık, onlar da bizi kullandı. Ancak herkesin pislikleri ortaya çıkacak diye buna (müdahillik başvurumuza) izin vermediler. Amacımız, adalete yardımcı olmaktı” şeklinde açıklayan Müslüm Gündüz başka ilginç laflar da etti.
En ilginç sözlerinden birisi de Cüneyt Özdemir’in “Onbaşı Sarmusak diye biri var. Aczmendilerin yüzde 40’ı askerdir diye bir iddia attı ortaya ne diyeceksiniz bu iddia hakkında?” şeklindeki sorusuna vermiş olduğu cevaptır. Bu soruya vermiş olduğu cevap şöyledir Müslüm Hoca’nın:
“Bu Sarmısak soğan çıktı ortaya. Bu sarmısak o zaman da köstebeklik yaptı. Yani karakteri buna müsait. Askerin haberini Çiller’e Çiller’in haberini askere vererek ikili oynadı. Karakteri bu… Ben de biri hakkında her şeyi diyebilirim. Ortada bir ispatı var mı? Bu nasıl tespit edilebilir ki? Böyle bir şey asla yoktur. Ayrıca bir adam asker olunca vatan haini mi oluyor? Bunu neşreden gazeteci arkadaşlarımız neden delilin var mı diye sormuyorlar? Vicdan, merhamet ve insaf bunu gerektirmez mi? Benim evime kameralar eşliğine yapılan baskından sonra da bunlar dendi. Polise kendimi ihbar ettiğim söylendi. Biz bunları mahkemeye verdik ve mahkûm ettirdik. Sarımsak böyle demiş… Der ama ispatı var mı? Yok
Müslüm Gündüz’ün Risale-i Nur ve Fadime Şahin konusunda söylemiş olduğu enteresan sözleri ise şöyledir:
“Bakın ben açık söyleyeyim. Biz onları kullanmaya çalıştık, onlar bizi kullanmaya çalıştı. Çok kati konuşuyorum. Biz Risaleyi Nur talebeleriyiz. Bu işin gönüllüsüyüz. Ben basını ve bu manüplatörleri kullanarak Risalei Nur’un tanınmasını, Aczmendi hakikatinin anlaşılmasını, Risale-i Nur’un memleketin kaderinde söz hakkı olduğunu ispat etmek için bunu bir fırsat olarak kullandım…
Ben bir Müslüman’ım İslam’da belediye nikâhı yoktur zaten. Fadime Şahin benim nikâhlı ailemdi İslam’a göre. Hani Nasreddin Hoca demiş ya ‘bana damdan düşen biri varsa onu getirin’… Siz Fadime Şahin’in o günlerin anaforunda neler yaşadığını, nasıl baskılarla, zorluklarla, nelerle karşı karşıya olduğunu biliyor musunuz? O günlerde bir adalet bakanı bir binbaşının ağzından çıkacak talimatı bekliyordu. Hükümetin hiç bir gücü ve fonksiyonu yoktu…”
28 Şubat’ın kudretli Generali Çevik Bir ve 28 Şubat süreci hakkındaki görüşleri ise şöyle Gündüz’ün:
“Hayır, ben ‘kullanıldık’ demiyorum. Diyorum ki; onlar(Çevik Bir ve arkadaşları) kendilerine göre (bizi)kullandıklarını düşündü, biz de onları kullandığımız düşündük. Bu durumlarda sonuçta kimin nakavt olduğuna bakılır. Biz burada yolumuzda yürüyoruz hala Allaha Şükür ama Çevik Bir nakavt olmuştur. Benim yargılandığım hapis yattığım davaların hepsinde Çevik Bir’in imzası vardır. Allah onları mağlup etti bizi galip etti… Benim İslam’a ve vicdana aykırı bir davranışım olmadı ki pişman olayım. Herhangi bir kimsenin evine basın ordusuyla kapısı kırılıp girilirse neler çıkacaktır. Bana bu yapıldı…”(2).
28 Şubat karşıtları olayları çarpıtıyorlar ve mecraından saptırıyorlar!
Söz konusu programı dikkatle izledim. Müslüm Gündüz, bağlantı sırasında dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın, kendileri için “Yakaladık içeri attık daha ne yapacaktık” şeklinde erkeklik gösterisinde ve efelenmelerde bulunduğunu, Oğuzhan Asiltürk’ün kendisini “Eski bir asker” olarak tanımlayarak sözüm ona istihbaratçılık yaptığını, oysa kendisinin “Karabük Demir çelik fabrikasından emekli bir işçi olduğunu” ve “28 Şubat sürecinde Ankara Kocatepe Camii’nde okunan bir mevlide katılmak için geldiklerini, içlerinde asker-polis gibi provokatörler bulunmadığını, grubun bütünüyle Türkiye’nin muhtelif yerlerinden gelen Aczimendiler olduğunu” da söyledi.
Şahsen Müslüm Gündüz’ün yukarıdaki sözlerinin doğru olabileceğini ve bu sözlerin, tam da Çevik Bir ve arkadaşlarının işine yarayacak ve savunmalarında kullanabilecekleri ifadeler olduğuna inanıyorum ben. Yani eğer Müslüm Gündüz ve arkadaşlarının müdahillik başvuruları kabul edilmiş olsaydı (ki; bence edilmek zorundadır), onların verecekleri bilgiler, muhtemelen Refahyol hükümetinin zafiyetlerini ve kusurlarını da ortaya koyacaktı. Müslüm Gündüz’ün, bazı RP’li bakanları itham etmesi ve “…Ancak herkesin pislikleri ortaya çıkacak diye buna (müdahillik başvurumuza) izin vermediler. Amacımız, adalete yardımcı olmaktı” şeklindeki sözlerini bu bakımdan son derece önemli ve anlamlı buluyorum ben.
Bilindiği gibi; 28 Şubatçıları suçlayanların argümanlarından birisi, bu süreçte yaşananların tamamıyla bir tertip olduğu üzerine kuruludur ki; tertip iddialarından birisi de, 28 Şubat Müdahalesi arifesinde ellerinde uzun asaları, siyah cübbe ve uzun sakallarıyla Ankara Kocatepe Camii’nde görüntülenen 40-50 kişilik grubun, gerçek Aczimendiler olmayıp asker ve polislerden oluşan provokatör bir grup olduğu şeklindeki iddiadır. Müslüm Gündüz, Cüneyt Özdemir’e vermiş olduğu mülakatla işte bu iddiayı kökünden çürütmüş bulunuyor ve Çevik Bir’in avukatlarının elini güçlendirmiş oluyor.
Gluglu Dansı’na karşı Haka Dansı!
Evet, 28 Şubat 1997 Post Modern Darbesi bana göre de gereksizdi ve haksızdı. Ancak dönemin siyasal iktidarını tamamıyla sütten çıkmış ak kaşık olarak görmek de safdilliktir, ahmaklıktır. Erbakan’ın İran, Malezya ve Libya’ya yapmış olduğu tartışmalı geziler, tarikat ve cemaat liderlerine Başbakanlıkta vermiş olduğu iftar yemeği, Sincan’da sadece İran Büyükelçisi’nin iştirak ettiği Kudüs Gecesi, hiçbir işlevselliği olmayan D-8 girişimi, Susurluk olayı üzerine “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık” gösterisine yapılan “Glu glu dansı yapıyorlar” ve “Mum söndü oynuyorlar” nitelemeleri, “10 Kasım törenlerine resmi sıfatımız gereği içimiz kan ağlayarak gidiyoruz” çıkışları, daha neler neler
Üstelik bütün bunlar, daha önce yapmış olduğu konuşmalarda “Türkiye Refah Partisi’yle Adil Düzen’e geçecek, bu kesin. Geçiş dönemi yumuşak mı olacak, sert mi olacak; tatlı mı olacak, kanlı mı olacak; 60 milyon buna karar verecek”, “Rektörler türbana selam duracaklar” ve “Çocuklar okula besmeleyle başlardı. Bunu ‘Türküm, doğruyum, çalışkanım’ diye değiştirdiler. Okullarda ‘Türküm doğruyum çalışkanım’ diye söyletirseniz, başkaları da ‘Ben Kürd’üm daha çalışkanım, daha doğruyum deme hakkını kendinden görür” şeklinde laflar eden bir kişinin iktidarında yaşanan şeylerdi.
Bütün bunlardan bağımsız olarak ve bunlardan soyutlanarak yapılacak bir 28 Şubat yargılaması, gerçekten de “İNTİKAM” havasına bürünecektir. O gün için Erbakan’ın “Glu glu dansı yapıyorlar” şeklinde nitelediği, Şevket Kazan’ın ise “Mum söndü oynuyorlar” diye alay ettiği olayda gelinen nokta, dönemin İçişleri Bakanı Mehmet Ağar’ın kodese tıkılması olmuştur. Sayın Ağar için şimdi fellik fellik yüksek güvenlikli cezaevi aranıyor, acaba neden?
28 Şubat 1997 günü alınan MGK kararları, bu kararları aldıranlar tarafından “Post Modern darbe” ve “Demokrasiye yapılan balans ayarı” olarak nitelendirilmiş ve siyasi literatürümüze de bu isimlerle girmiştir. Bu olayı siz nasıl nitelendirirsiniz bilmiyorum ama ben biraz da siyaset dansözlerinin yapmış oldukları dans rekabeti olarak nitelendiriyorum. Gluglu Dansı yapanlarla Haka Dansı yapanların yarışması olarak. Neticede yarışmanın bir birincisi olacaktı ve bu yarışmayı Haka Dansı yapanlar kazanmışlardır o tarihlerde. Umarım yapılan yargılamalar CHP Lideri Kılıçdaroğlu’nun(3) ve TBMM Başkanı Sayın Cemil Çiçek’in (4) “İntikam” kaygılarını bertaraf edecek biçimde yürür ve neticelenir.
Ancak Sayın Başbakan’ın iki de bir 28 Şubat sürecinde hapse atıldığını vurguluyor olması ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın “28 Şubat süreciyle ilgili iddianın ne olduğunu, delillerin nelerden ibaret olduğunu, kimlerin sanık olduğunu etraflıca belki değerlendirerek hem bireysel olarak hem de Bakanlar Kurulu olarak bu konuda nasıl bir davranış içerisinde olacağımızı ancak o zaman görebiliriz”(5) şeklindeki sözleri; 28 Şubat Davası’nın, rövanşist bir gözle ele alındığı konusunda kafalarda şüpheler uyanmasına sebep olmaktadır. Sayın Arınç’ın sözlerinden, biraz da “Nereden çıktı bu dava, bu davaya ne gerek vardı” anlamı çıkmaktadır bence. Sanki hükümet bu konuda biraz gönülsüz gibi davranmaktadır. Sanki bu davanın açılmasına kerhen destek veriyor gibidir. Kafası net değildir, iki arada bir derede kalmış gibi gözüküyor. AKP hükümetinin bu net olmayan gönülsüz tavrı, bir anlamda “AKP’nin 28 Şubat’ın ürünüdür. AKP’nin 28 Şubatı yapanlara minnet borcu duyması gerekir” şeklinde dile getirilen iddiaları güçlendirir niteliktedir…
13 Şubat 2012: Arınç: Savcı Görevini Kötüye Kullandı
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, MİT’çileri ifadeye çağıran savcının görevini kötüye kullandığı için görevden alındığını söyledi. Arınç, muhalefetin “hukuk ihlali” eleştirileri için ise “Herhalde Kılıçdaroğlu öyle düşünse deve güreşi izlemeye gitmezdi” dedi.
Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, MİT mensuplarının ifadeye çağrılmasının ardından yaşanan gelişmelerle ilgili gazetecilerin sorularını yanıtladı.
Arınç, KCK soruşturmasını yürüten Sadrettin Sarıkaya’nın Başsavcı’ya “haber vermememesi” ve “görevini kötüye kullanması” nedeniyle görevinden alındığını söyledi.
Bülent Arınç, “MİT Müsteşarı ile bazı mesupları ilgili olarak İstanbul’da Özel Yetkili Savcının bir talebi oldu. Yasaya uygun olmadığına dair görüşler ifade edildi. Özel Yetkili Savcı, CMK’dan aldığı yetkiyle böyle bir soruşturma başlattığını ifade etti. Ancak Başsavcı’ya haber vermemesi ve görevini kötüye kullanması nedeniyle görevden alındı. Hazırlanan tasarı yarın Adalet Komisyonu’nda görüşülecek, Genel Kurul’da da son şeklini alacak” dedi.
Teklifin hazırlanmasında Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in önemli rol oynadığını belirten Başbakan Yardımcısı Arınç, “Başsavcıvekilinin açıklamasından haberim yok. Bu konunun yeni bir kanunla daha anlaşılabilir hale getirilmesi gerekiyor. Bu konuda Adalet Bakanı’nın ön planda ve belirleyici olduğunu söyleyebilirim” diye konuştu.
Tasarıyla hukuk ihlali yapıldığı yönündeki eleştirileri kabul etmeyen Arınç, şöyle konuştu: “Muhalefetin eleştirilerini okuyorum. Eleştiriler olacaktır, bunlar değerlendirilecektir. Herhalde muhalefet de çok büyük bir hukuk ihlali olduğunu düşünmüyordur. Eğer CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu öyle olduğunu düşünse, işini gücünü bırakıp deve güreşi izlemeye gitmezdi. Görüşmeleri kitlemek, ilkel bir davranış olur.”
03 Ocak 2012: Tankerimiz Bidon Boru Hattımız Katırdır Bizim!
Bilimsel adı “Equus mulus” olan “katır”, erkek eşekle dişi atın (kısrak) çiftleştirilmesiyle elde edilen melez bir havyandır. Tam tersi, erkek at (aygır) ile dişi eşeğin çiftleştirilmesiyle elde edilen melez hayvana da “bardo” veya “ester” adı verilir. Ester, eşek boyutlarında bir hayvandır. Attan çok katıra benzer ise de eşeğin bütün kusurlarını taşır ve katırdan daha az dayanıklı olduğu için fazla tercih edilen bir hayvan değildir. Katır, attan nispeten küçük, eşekten büyük olmasına rağmen her ikisinden daha kuvvetli bir hayvandır.
Katır kullanan bir köylü çocuğu olarak diyebilirim ki; katırlar için kullanılan “inatçı” lafı tamamen uydurma ve efsanedir. Belki içlerinde huysuz olanı vardır ama katırlar asla inatçı değildirler. Katırlar attan uysal, eşekten hızlı hayvanlardır. Her ikisinden de güçlü olmakla birlikte, at kadar hızlı ve hırçın, eşek kadar yavaş ve inatçı değildir. Katırların çekme gücünü ölçme şansım hiç olmadı ama yük taşıma kapasitelerini iyi bilirim. İyi bir katır, üzerine yüklenen 250-300 kg. yükü rahatlıkla taşıyabilir. Rahmetli babam iyi bir katır kullanıcısı idi ve katırıyla adeta bütünleşen bir adamdı. Katırımız ise üzerine yüklenen iki telefon direğini bana mısın demeden taşıyan bir hayvandı. Rahmetli babamın anlattığına göre, üzerindeki yük sağa sola takmasın diye kendi kendine manevralar yapabilirmiş bizim katır.
Buraya kadar anlattıklarımın anlamı şudur; sınırdan 100 katırla kaçak akaryakıt getiren bir kaçakçı grubu, eğer isterse bir seferde an az 20-25 ton yakıtı Türkiye’ye aktarabilir. Bir başka deyişle, katırlarla akaryakıt taşıyan kaçakçılar, yaklaşık 100 katır kullanmak suretiyle onar, on beşer tonluk iki tankerin getireceği yakıtı bir seferde Türkiye’ye sokabilirler. Bu kaçakçıların köyünün hemen sınırın dibinde olduğunu veya iki grup halinde sınırın her iki tarafında da çalıştıklarını düşünün. Bu durumda, günde birkaç sefer yapılması işten bile değildir. Bu şartlarda bu adamlar, eğer isterse sadece 100 katır kullanmak suretiyle günde en az 60-70 ton akaryakıtı Türkiye’ye aktarabilirler. Üstelik bu iş, İran ve Irak sınırımız boyunca hemen her tarafta sayısız insan ve katır tarafından yapılan bir iştir. Hem de yıllardır. Varın bu miktardaki kaçak akaryakıtın Türk ekonomisine vermiş olduğu zararı ve vergi kaybını siz hesap edin. Üstelik bu akaryakıt, kalitesiz olduğu için Türkiye’deki araçların motorlarına zarar vermekte ve kısa zamanda araçların bozulmasına da sebep olmaktadır.
Türkiye’yi gezenler bilirler: Türkiye’de özellikle karayolu kenarları üretmiş oldukları ürünleri satan köylü tezgâhlarıyla ve pazaryerleriyle doludur. Adapazarı tarafına gidenler yol kenarlarında bol bol kabak görürler. Bolu’da patates, Bursa’da şeftali, Karacabey’de soğan, Niğde ve Nevşehir’de yine patates, Ankara’yı Çankırı’ya, Polatlı’ya ve Çorum’a bağlayan yollarda kavun, Akdeniz bölgesinde narenciye, yolların değişmez renklerindendir. Turşu, pekmez, bal ve her türlü meyve sebze de Anadolu’daki yol boylarının değişmez pazar ürünlerindendir. Bu saydığım yerlerde varillerle ve bidonlarla mazot ve benzin satanları asla göremezsiniz
Ancak Doğu ve Güneydoğu’ya, özellikle de sınır boylarındaki illere gittiğinizde görüntüler birden değişir ve yol boylarında önlerindeki bidonlarda mazot ve benzin satmaya çalışan çocuk görüntülerine rastlarsınız. Yol boylarında bu çocukları gördüğünüzde içiniz sızlar. Ancak bu görüntüler sizi aldatmasın. Kaçak akaryakıt sadece çocuğun önündeki küçük bidonlarla sınırlı değildir. Gerilerdeki kayanın arkasında variller, yarın dibinde tankerler gizlidir. Bidonlar bittikçe arkadan yenisi gelir. Böylece bidonlarla benzin satan çocuk görüntüleri hiç eksik olmaz sınır boylarındaki yollarda. Hele Van’dan Hakkari’ye doğru bir yolculuk yapın. Yol boyları, olduğu gibi kaçak akaryakıt satan insanlarla doludur. Gel abi gel, kaliteli benzine geeel, mazotun iyi burada…
Sınırımızdan giren onca kaçak akaryakıtın sadece yol kenarlarında bu küçük çocuklar tarafından satıldığı sanılmasın. Bu kaçak akaryakıt, daha içerilere, muhtemelen Türkiye’nin her yerine dağıtılmaktadır. Adamların gözü kararmıştır bir kere. Kerkük-Yumurtalık Petrol Boru hattını delerek borudan Ham Petrol Çalan adamlardan her şey beklenir efendim.
Katır Boru Hattı
Uludere’de meydana gelen müessif olayla bir kez daha hatırladık katırlarla Türkiye’ye kaçak akaryakıt getirildiğini. Aslında yıllardır biliniyordu bu durum. Biliniyordu da devlet, buralardaki geçim sıkıntısını bildiği için bile bile göz yumuyordu bu işlere. Ancak bundan birkaç yıl önce, galiba 2009 yılında yayınlanan “Arena” veya “Objektif” isimli programlardan birisinde daha fazla dikkatimizi çekmişti konu. O günkü tarihlerde Vatan’dan iktibasla Star’da yer alan “Katır Boru Hattı” başlıklı haberde şöyle deniyordu:
“Bu fotoğraf Van’ın sınır köylerinde çekildi. Yüzlerce at ve katır İran’dan kaçak akaryakıtı böyle taşıyor. Sadece 2008’de yapılan operasyonlarda 61 bin ton kaçak benzin, 946 bin ton kaçak motorin ele geçirildi. Türkiye’de mali boyutu milyarlarca doları bulan kaçak akaryakıt ticareti tüm mücadelelere rağmen önlenemiyor. Son olarak Van’ın İran sınırındaki köylerde kaçakçıların binlerce at ve katır kullanarak yurda tonlarca kaçak mazot ve benzin soktuğuna ilişkin fotoğraflar, kaçakçılığın ulaştığı boyutu gözler önüne seriyor”(1).
AKP Diyarbakır Milletvekili de olan Diyarbakır Sanayi ve Ticaret Odası Eski Başkanı Salim Ensarioğlu, Taraf Gazetesi’ne Uludere’de vuku bulan olay hakkındaki görüşlerini aktarırken; “Her gün ortalama 100 katırla sınırın diğer hattına giderler, hatta sınırın belli bir yerine gittikten sonra katırlar yolu bildiği için katırlara mazotu yükleyip gönderiyorlar. Hatta bu bölge ‘katır-boru hattı’ diye biliniyor. Katır başı 80 lira kalıyor çocuklara. Bunların çoğu öğrenci ve geçimini sağlamak için bu işi yapıyor…”(2) diyerek aslında İran sınırında yapılan kaçakçılığın aynısının, Irak sınırında da yapıldığı gerçeğine vurgu yapmaktadır.
Ancak gelin görün ki; Salim Ensarioğlu, “PKK’liler de geldiği zaman katır kullanıyorlar ama diyelim ki 50 kişilik bir grup geldiği zaman 5 tane katır kullanıyor eşyalarını getirmek üzere. Ama burada 70 katır var, 40 adam var. Yani PKK’nin eşya taşıma usulüne de uygun değil… Ölen çocuklardan birinin babası biz ayrılırken bana ‘Bunu ne olur ortaya çıkarın. Bu Ergenekon işidir, provokasyondur’ diye bir ifade kullandı”(3) demek suretiyle, bir anlamda hedef saptırıyor. Gerçi Ergenekon’un PKK’yı da kullandığına ilişkin iddialar yeni değildir. Bu iddialar daha önce de gündeme getirilmiştir medyada.
İnternette dolaşan kimi görüntüler, aslında PKK’yı olayın dışında göstermeye çalışanları tekzip edecek türden. Çünkü olayda ölen baçı gençlerin, en azından PKK’ya sempati beslediklerine ilişkin görüntüler dolaşıyor sanal âlemde(4). Umarım yapılan soruşturmalarla bunların ne kadarının doğru, ne kadarının yalan olduğu en kısa zamanda çıkar ortaya.
Olayda ölenlerin yakınlarına taziyede bulunmak üzere gitmiş olduğu Gülyazı köyünde saldırıya uğrayarak yaralanan Uludere Kaymakamı Naif Yavuz’un açıklamaları, olayın, devleti zorda bırakmak adına girişilmiş bir tertip olabileceğini de akla getirmektedir. Şöyle diyor Kaymakam: “Ben bir saat içeride kaldım. Vatandaşlar beni bağrına bastı. Vatandaşların bağrına basması başkalarını rahatsız etmiştir. Cenaze sahipleri beni bağrına bastı. Kendilerine şükranlarımı sunuyorum. Bana saldıranlar asla ve asla cenaze sahipleri değildir. Beni orada koruyan da köylünün kendisidir. Bana vuranların hiçbiri Uludereli değildir. Dışardan gelen provokatörlerdir.”(5).
Peki, kim bu provokatörler? Bölgeye giden bazı AKP’li vekillere ve bazı görgü tanıklarının ifadelerine göre kaymakamı dövenler BDP’li, dövdüren ise BDP’li Hasip Kaplan. Olayın tanıklarından Taşdelen Köyü muhtarı Fikret Kaya’ya göre; Hasip Kaplan “Devlet adına kimsenin buraya gelmesini asla kabul etmeyeceğiz. Olacaklardan ben sorumlu değilim” diyor ve BDP ilçe meclisi üyesi İrfan Enç’e “Gereğini yapın” diyerek kaymakama saldırı emrini veriyor. Ancak köylülerden destek gelmemesi üzerine bu sefer de sureti haktan görünerek ortalığı yatıştırmaya çalışıyor(6). Sayın Arınç’ın dünkü açıklamalarına bakılırsa; kaçakçı grubu, aydınlatma fişeği ve top atışı yapılarak uyarılmalarına rağmen durmayıp ilerlemeye devam ediyor. Acaba neden? Umarım en kısa zamanda bunların adı konur da ülkemiz büyük bir tehlikeyi daha en az hasarla atlatmış olur.
CHP Gittikçe Marjinalleşmektedir
Şu CHP’yi anlamakta gerçekten güçlük çekmeye başladım ben. Olayın hemen akabinde hükümetten bazı bakanların olay yerine gitmeleri ve Sayın Başbakan’ın ölenlerin yakınlarını telefonla arayarak taziyede bulunması, devlet adamı ciddiyeti ve sorumluluğu adına son derece ağırbaşlı ve sergilenmesi gereken hareketlerdir. BDP’nin büyük gruplar halinde olay mahalli olan Gülyazı köyüne gitmesini de belki bir noktaya kadar anlayışla karşılayabiliriz. Peki, şu CHP yönetiminin ne işi var Uludere de ve Gülyazı’da? Ne basit bir siyaset anlayışıdır bu?
Hele hele olayın mahiyetini tam olarak anlayıp dinlemeden “…35 kişi hak etmedikleri şekilde hayatını kaybetti. Bunun takipçisi olacağız. Kolay affedilecek bir olay değil…”(7) şeklinde sergilenen önyargılı bir tavır, Cumhuriyetin kurucusu olan bir partinin liderine hiç yakışan bir tavır mıdır? Peki, CHP’nin, Dersim olayını partisinin başına bela eden Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün’ün de içinde bulunduğu bölge milletvekillerinden oluşan bir parlamenter grubuyla, kendisini hâkim ve savcı yerine koyarak olayın içine balıklama dalmasına ne demelidir?
Kılıçdaroğlu aynı şeyi geçmişte de yapmıştı hatırlanacağı üzere. Başbakan Gediktepe sınır karakoluna gitti diye tutturdu ben de gideceğim aynı yere. Genelkurmay CHP’nin bu konudaki tacizlerinden bıkmış olmalı ki; İlker Paşa Kılıçdaroğlu’nu yanına alıp gitmişti bir yerlere! Ancak nereye gittiklerini kimse bilemedi? Sınır boyundaki bir karakola ve mevzie mi gittiler, yoksa Ankara civarındaki askeri eğitim ve atış alanlarından birisine mi gittiler kimse görmedi, bilmedi nereye gittiklerini? Sadece duyuldu. Bu sefer de CHP’liler şöyle övündüler: “Başbakan Gediktepe’de diz çöktü. Kılıçdaroğlu mevzide eli arkada ve dimdik ayakta durdu!”
CHP, bu tür basit çıkışların prim yapmadığını ne zaman anlayacak doğrusu merak ediyorum. Onlar AKP’ye nispet bu tür eylemlere imza attıkça her nedense CHP’nin değil, AKP’nin oyları artıyor. Sayın Kılıçdaroğlu AKP’yi %60’lara çıkarmaya kararlı gözüküyor. Alelacele sınır hattındaki Gülyazı köyüne gitmesi de işte bu yüzdendir! Medyada yer alan ve Gülyazı Köyü’nde kol kola çekilmiş Hasip Kaplan-Kemal Kılıçdaroğlu görüntüleri, gelecekte nasıl yorumlanır şimdiden kestirmek güç. Ancak iyiye yorumlanmayacağına ve CHP’nin bu görüntüsüyle gittikçe marjinalleşen bir parti olduğuna şimdiden bahse girebilirim ben.
Başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü Bülent Arınç’ın konuya ilişkin geniş açıklamasından bir kısmı şöyledir: “…Silahlı Kuvvetlerin yaptığı bütün operasyonlarda, ister tek başına ister müştereken olsun canlıya karşı öncelikle teslim olması, ikaz edilmesi, mukabele ettiği takdirde de kendisinin tesirsiz hale getirilmesi yolunda bir uygulama var. Burada da tespitler şöyledir; öncelikle işaret fişekleri atılmıştır. Yani olay yeri aydınlatılmıştır. Daha sonra top atışı yapılmıştır. Buna rağmen grubun hareketine devam etmesi üzerine bir uçak marifetiyle belli saatler içinde bombalama yapılmıştır. Bu bombalama neticesinde de sivil yurttaşlarımızın vefat ettiği olay meydana gelmiştir.”(8).
Bu sözlerin anlamı şudur; TSK, aydınlatma fişeği ve top atışı yaparak “Sizi gördük, daha ileri gitmeyin, olduğunuz yerde kalın, aksi takdirde ateş edeceğiz” demiştir. Ancak grup ilerlemeye devam ettiği için bombardıman gerçekleşmiştir. Zaten gruptan sağ kurutulanların anlattıkları da Arınç’ın sözlerini doğrular niteliktedir. Onlar da önce aydınlatma mermisi ve top atışı yapıldığını ifade etmektedirler.
Bütün bu bilgiler görmezden gelinerek, lütfen hiç kimse ama hiç kimse (bunun içine CHP ve BDP’de dâhildir), kendisini yetkili ve görevli devlet kurumlarının yerine koyarak olayları daha fazla çıkmaza sokmaya çalışmamalıdır. Bu tür girişimler, nihayetinde ancak girişim sahiplerine ve devlete zarar verecektir. Bu devletse hepimizin, yani bu ülkede yaşayan 75 milyonun ortak devletidir.
Bence devletin (görevlilerinin) tek hatası vardır. O da sınırı bu tür geçişlere kesinkes kapatmamasıdır. Eğer kapatmış olsaydı ve bu tür geçişlere göz yummasaydı bu olay kesinlikle yaşanmazdı. Hele hele yakın geçmişte yaşanan karakol baskınları sebebiyle askerin islim üstünde olduğu düşünülürse bu tür geçişlerin son derece riskli olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Efendim, bölge halkı fakirmiş ve kaçakçılık yapmak zorundaymış. Geçin efendim; bu ülkede hiçbir sebep suç işlemeye mazeret olamaz ve hiç kimsenin suç işleme özgürlüğü yoktur. Bu suç mazot ve sigara kaçakçılığı olsa bile… (03 Ocak 2012)
Sayfa 1/1 için Tıklayını – Arşiv: Haber Arşivi ‘Bülent Arınç’ Sayfa 1/1