Bu makaleyi okuduğunuzda siyasi düşüncenizin, önyargılarınızın ve karar alma işlemlerinizin geçici olarak değiştiğini göreceksiniz. Çünkü ölüm fikri, düşünme tarzımızda köklü değişimlere neden oluyor.
Kalan son tabu ölüm ise bu çok uzun sürmeyecek gibi görünüyor. Son yıllarda, evde ve kamusal alanlarda ölüm hakkında konuşmaların artması için çaba gösteriliyor. Örneğin ilk olarak 2004’te İsviçre’de başlatılan ölüm kafeleri diğer ülkelere de yayılmış, insanların çay-kahve eşliğinde ölüm hakkındaki korkularından söz etmeleri sağlanmıştı.
Ölüm hakkında konuşmak istemeyişimiz genellikle ölüm korkusuna bağlanır ve bu yüzden ölümle ilgili düşünceleri bastırdığımız düşünülür. Oysa bu kanıyı destekleyen bir veri bulunmuyor. O halde, ölüm kaygısı açısından “normal” diyebileceğimiz miktar nedir ve bu kendisini nasıl gösterir?
Anket kullanılan araştırmalardan yola çıkarak şunu diyebiliriz ki, aslında kendi ölümümüzden çok, sevdiklerimizi kaybetme korkusudur bizi rahatsız eden. Ayrıca bu araştırmalar gösteriyor ki, yaşamın sona ermesinden ziyade, ölüm sürecinin kendisinden, o sırada hissedilecek acı ve yalnızlıktan korkuyoruz daha çok.
Cezalandırıcı tavır
Genel olarak ölümden korkup korkmadığımız sorulduğunda çoğumuz bunu inkâr ediyor, sadece biraz endişe duyduğumuzu ifade ediyoruz. Ölümden aşırı korku duyduğunu (tanatofobi) açıklayan azınlık ise psikolojik olarak anormal görülüyor ve tedavi görmeleri tavsiye ediliyor.
Şurada kısa bir not açmak istiyorum en çok sorulan sorulardan bir tanesi öldükten sonra saç ve tırnaklar uzamaya devam eder mi?
[box type=”info” align=”aligncenter” width=”ÖLDÜKTEN SONRA SAÇ VE TIRNAKLAR UZAMAYA DEVAM EDER Mİ?” ]Korku filmlerinin vazgeçilmez olgularından biridir. Öldükten sonra da saç ve tırnakların uzamaya devam ettiği söylenir. Doğru mudur bu?
Erich Maria Remarque’nin ünlü Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok romanında genç anlatıcı, kangrenden ölen arkadaşının tırnaklarının dolana dolana uzamaya devam ettiğini, çürümekte olan kafatasında saçlarının “verimli topraktaki çimen gibi” uzadığını hayal etmektedir. Hoş olmasa da bu düşüncenin varlığını koruduğu görülüyor. Ölülerin saç ve tırnaklarındaki uzamayı tespit etmek için sistematik ölçümlerin yapılmamış olması şaşırtıcı değil.
Ama ipucu için tarihsel anlatımlara ve kadavralar üzerinde çalışan tıp öğrencilerinin tanıklıklarına başvurabiliriz. Organ nakli yapan doktorlar da öldükten sonra farklı hücrelerin ne kadar süreyle canlı kalmaya devam ettiği konusunda tecrübe sahibidir. Farklı hücreler farklı sürelerde ölür. Kalp durunca beyne giden oksijen kesilir. Glikoz takviyesi alamayan sinir hücreleri üç ila yedi dakika içinde ölür. Organ nakli cerrahlarının ölümden sonraki 30 dakika içinde böbrekleri, karaciğeri ve kalbi çıkarıp altı saat içinde hastaya nakletmesi gerekir. Fakat deri hücreleri daha uzun yaşadığı için, deri nakli için kullanılacak parça da ölümden sonraki 12 saat içinde alınabilir.
PEKİ AMA EFSANE Mİ GERÇEK Mİ?
Tırnakların uzaması için yeni hücrelerin üretilmesi gerekir; bu ise glikozsuz olmaz. Tırnaklar günde 0,1 mm uzar. Yaşlandıkça bu oran düşer. Tırnak dibindeki germinal matriks denen bölgede üretilen hücreler yeni tırnağı oluşturur. Yeni hücreler eskileri ileri iter ve tırnak ucu uzamış görünür. Ölüm nedeniyle glikoz tedariki sona erdiğinde tırnak uzaması da durur. Aynı şey saç için de geçerlidir. Her saç telinin dibinde bulunan folikül saçın uzama kaynağıdır.
Folikülün altındaki saç matriksi hücreleri çoğalarak saçın uzamasını sağlar. Bu hücreler hızla bölünür ama bunun için enerji gerekir. Enerji glikozun yanması sonucu oluşur. Bu yanma da oksijen sayesinde olur. Kap durup kan ile birlikte oksijen pompalama işlemi sona erince enerji kaynağı da kurumuş olur. Yani saçın uzamasını sağlayan hücre bölünmesi de durur.
O halde ölülerin saç ve tırnaklarının uzadığına dair efsane neden bu kadar yaygındır? Bu tür gözlemler yanlış olmakla birlikte biyolojik bir temele dayanır. Uzayan tırnaklar değildir; tırnak etrafındaki doku su kaybı nedeniyle çekildiği için tırnaklar daha uzun görünür.
Cenaze işleriyle uğraşanlar bazen bu görünümü gidermek için parmak uçlarını nemlendirir. Ölülerin yüz derisi de kurumaya başladığı için deri kafatasına doğru çekilir ve sakalları daha da uzamış gösterir. Yani kapakları açılmış tabutlar içinde yatan tırnakları dolana dolana uzamış iskelet kâbusları görüyorsanız rahat olun. Bunlar edebiyatta ve korku filmlerinde yer etmiş sahneler olsa da gerçekle ilgisi yoktur. [/box]
Öte yandan, ölüm kaygımızın düşük seviyede olduğunu söylememiz, bu korkuyu kendimize ve başkalarına itiraf etmekten çekindiğimiz anlamına da gelebilir. Bu teoriye dayanan sosyal psikologlar, yaklaşık 30 yıldır kendi ölümümüzle yüzleşmenin sosyal ve psikolojik etkilerini araştırıyor. 200’den fazla deneyin yapıldığı bu araştırmalarda insanlardan ölüm anını hayal etmeleri isteniyor.
İlk araştırma Amerika’da bölge mahkemelerindeki yargıçlar üzerinde yapılmıştı. Yargıçların kefaletle serbest bırakma yönünde karar alabilecekleri uydurma bir senaryo oluşturuldu. Karar vermeden önce kendi ölümlülükleri hatırlatılmış olan yargıçların diğerlerine oranla çok daha yüksek kefalet belirledikleri görüldü. Daha sonra farklı ülkelerden insanlar üzerinde yapılan deneylerde ölüm düşüncesinin yol açtığı birçok etki tespit edildi.
Kutuplaşma artıyor
İnsanı daha acımasız cezalara yöneltmenin yanı sıra, ölüm düşüncesinin milliyetçi, ırkçı, dinsel ve yaşla ilgili önyargıları da artırdığı ve bu şekilde davranmaya yönelttiği görüldü.
Bu araştırmalar, ölüm hatırlatmasının, bağlı olduğumuz gruplarla bağlarımızı güçlendirdiğini, bizden farklı olanların ise aleyhine işlediğini gösteriyor.
Ölüm hatırlatması ayrıca siyasi ve dini inançlarımız üzerinde de ilginç etkilerde bulunuyor. Ölüm düşüncesi kutuplaşmayı artırıyor: yani liberaller daha liberal, muhafazakârlar daha muhafazakâr olurken, dini inançları güçlü olanlar bu inançları daha tutucu savunmaya, inançsızlar ise daha tanrı tanımaz hale geliyorlar.
Öte yandan ölüm düşüncesi insanı, belki de farkında olmadan, biraz daha dini inançlara yöneltiyor. Bu düşünceyi hatırlatan şey güçlü ise ve kişi daha önceki siyasi inançlarının pek de farkında değilse, muhafazakâr fikirleri ve siyasetçileri daha fazla destekler hale geliyor. Bazı araştırmacılar, 11 Eylül’den sonra ABD’deki sağa kaymayı buna bağlıyor.
Bir ölümsüzlük arayışı
İyi de ölüm düşüncesi neden insanı daha cezalandırıcı, daha muhafazakar kılıyor ve dine yöneltiyor?
Birçok teorisyene göre, ölüm hatırlatıldığında insan ölümsüzlük arayışına giriyor. Dinler zaten ölümsüzlük içerirken, ulusal ve etnik gruplar da laik aidiyetlikler yaratarak sembolik ölümsüzlük olanağı sunuyor. Bu gruplar ve gelenekleri, kimliğimizin bir parçasıdır ve varlık ve etkileri bizim yaşamımızla sınırlı değildir. Kültürel normlarımızı savunmak bizim aidiyet duygumuzu güçlendirirken, bu normlara uymayan bireylere karşı daha cezalandırıcı bir tutum almak da bundan kaynaklıdır.
Bu yorumla uyumlu olarak, araştırmacılar, ölüm hatırlatmasının insandaki şöhret ve çocuk isteğini artırdığını, çünkü bunların sembolik ölümsüzlükle bağlantılı olduğunu belirtiyor. Yani, yaptığımız iş ve DNA’mızla ölümsüzleşmek istiyoruz.
Peki, ölüm konusundaki korkuları konuşma yoluyla aşma çabalarına ne demeli? Gerek bireysel gerekse kamusal alanda ölümden daha fazla söz etmek belki de araştırmaların ortaya koyduğu gibi, bizleri daha fazla önyargılı ve cezalandırıcı hale getirebilir. Ama belki de bu negatif etkiler, ölümü düşünmeye ve konuşmaya alışkın olmamamızdan kaynaklanıyor.
Maruz bırakma terapisi, insanları kendilerine endişe ve korku veren nesne, hayvan ya da anılarla karşı karşıya getirerek korkularını azaltmayı amaçlar. Aynı şekilde belki de bu son tabu kırma eğilimi bizi ölüm karşısında daha güçlü kılacaktır.